Perşembe, Kasım 25, 2010

down

red clouds faded to gray
bringing down the silver rain
and i'm down
right at the place the rain falls.
trees above me, reluctant to leave their leaves down,
screaming.
but the only sound they reveal
is a sad lonely moan.
trees with leaves
leaves that leave reluctantly the silver rain down.
leak in the gray sky
is the peak of my sorrow
and the rain falls faster and i bow
and then i reluctantly wallow

25.11.'10

Perşembe, Kasım 04, 2010

It's The Economy, Stupid!*

*: Bill Clinton'un '92 seçimleri kampanyası sırasında ofisinde asılı duran pankart.

Anektod1: Kanada'nın Alberta eyaletinde, bütçe fazlası olan yönetim, eyalet sınırlarındaki her bireyin banka hesaplarına 4.000 $ yatırdı.

Anektod2: Ahmet Necdet Sezer, Cumhurbaşkanlığı süresince Çankaya Köşküne yapılan ödeneklerden 40 Milyon TL tasarruf yaptı ve parayı hazineye iade etti.

Anektod3: Abdullah Gül yönetimindeki Çankaya Köşkü, geçtiğimiz ay restorasyon için 120 Milyon YTL harcadı.

Cuma, Ağustos 27, 2010

ne istediğimizi bilmiyoruz bence

çiftçi olsaydım yağmur isterdim
şair olsam ilham
silah satıcısı olsam savaş isterdim
bohem olsam bile
dinginlik isterdim en azından

yağmur olsam düşmek isterdim
kar olsam konmak
kuş olsam uçmak isterdim
ayyaş olsam kanyak

cinaslı ve tam kafiye olsam
bu şiirde kullanılmak istemezdim
şiir değil zaten bu
düz yazıya döndü iyice

gördüğünüz üzre bir tek ben
ne istediğimi bilemedim

Çarşamba, Ağustos 11, 2010

a day in the life (with kuzen)

Alexander Supertramp:
kazın
23 saatimiz kalmış
ne diyosun

hiç..:
neye?

Alexander Supertramp:
23 saat sonra çok büyük bi felaket olacakmış
kanaltürk'te adamlar diyore

hiç..:
felaketin şeklini söyleediler mi

Alexander Supertramp:
bilmem dinlemedim
twitterda muhabbeti döndü baya
oradan takip edioyurm
gidip izleme niyetim var

hiç..:
çüküme kadar ben house izliyorum
ama şeklini merak ettim
bir de kıyamet mi yoksa sadece bir kısım insan ölecek ve bitecek mi

Alexander Supertramp:
bilmem valla
geldim açtım
sinyal yok diyo
göstermiyo o kanal

hiç..:
yuppele
skter it o zaman
kafasında çukur olan bir adam beklemeyin isa gelmeyecek dedi
öldü beklemeyin dedi

Alexander Supertramp:
:D
ahahha,
harbi merak ediyorum ne çekiyolar

hiç..:
ya işin sırrını söyliyim
bak devrim yaratacak nitelikte bir açıklama bu
saçmalayanlara hep bakıyorum kafalarının arkası düz
ama uçak pisti gibi düz
omurgadan itibaren
saçmalama değil bu bilimsel
düz olunca kafatası hacmi daralıyor

Alexander Supertramp:
beynin arka kısmı mı ilgileniyo acaba o olaylarla

hiç..:
öyle olunca beyin küçülüyor ve düzleşiyor
olay beyin hacminde
ve beyin hacmi zekayla doğru orantılı
ondan oluyor hep bunlar

Alexander Supertramp:
mantıklı bence
genetik mi ki bu ama
bence kundağa çok sarmışlar
sırtüsüt yatmışlar hep

hiç..:
sırtüstü yatmaktan oluyor o
genetik etki de var tabi
kafanın arkası eğimli olacak arkadaş
türklerde yine pek yok o
ingilizlerde çok pis kavis var
ama yine de sırtınla aynı seviyede düzlük de olmaz
plato lan

Alexander Supertramp:
there's nothing on the top but a bucket and a mop and an illustrated book about birds

Salı, Ağustos 10, 2010

my life according to "alice in chains"

Male or female?
sickman

Describe yourself:
last of my kind

How do you feel:
junkhead

Describe where you currently live:
down in a hole

If you could go anywhere, where would you go:
sludge factory

Your favorite form of transportation:
acid bubble

Your best friend is:
frogs

What's the weather like:
sunshine

Favorite time of day:
black gives way to blue

If your life was a TV show, what would it be called:
man in the box

What is life to you:
sea of sorrow

Your fear:
private hell

What is the best advice you have to give:
don't follow

Thought for the Day:
i can't remember

How I would like to die:
brush away

My soul's present condition:
dirt

My motto:
dam that river

Cumartesi, Temmuz 24, 2010

eternal life

ya şimdi herkes hayatın anlamını arıyor falan. lokman hekim bulmuş yaprağa yazmış ama yaprak uçmuş falan diyorlar. ne kadar doğru bilmem ama bence "iyi insan olmaktan ziyade kötü insan olmamak" yazmıştır. öyle olduğunu tahmin ediyorum. ya da "le vent nous portera" yazmıştır da uçurmuştur belki rüzgar. neyse saçmalamadan gelişmeye geçeyim.

şimdi bence tüm ilahi dinlerin mottosu da budur. değildir. evet 1 saniye içinde fikir değiştirdim. batının en hızlı fikir değiştiren kovboyuyum. dinlerin amacı iyi insan olmandır. 1000 sene öncesinin ahlak kavramlarıyla ahlaklı olmandır da belki. ama genelde iyi insan olmanızı öğütler, kötülükten sakının der.

ama yani bence kötü insan olmamak da yetebilir zira fazlasyla kişisel bir dünyada yaşıyoruz. yani ateistliği ahlaksızlıkla, kötü insan olmakla karıştıran bazı insanlar da var. ama birçok dindar geçinenden daha iyi ve ahlaklı yaşayan ateistler de tanıyorum. o yüzden demem o ki nihai amaç bence "kötü olmamak"tır. bu kendiliğinden iyiyi getirir diye düşünüyorum. ha şimdi diyeceksiniz "iyilik ve ahlak göreceli de kötülük değil mi?" off çok köşeye sıkıştırıcı sorular soruyorsunuz ama. buna cevabım "genel-geçer iyi kavramları zaten olumsuzluk ekleriyle oluşturulmuştur. 'çalma', 'öldürme', 'dedikodu yapma' vs. o yüzden bence zaten kötü davranışlar daha genel-geçer tanımlara sahip ve otamatikman kötülük yapmayınca iyilik yapıyorsunuz.

peki şimdi kötü olmayan ama iyi de olmayan insanlar var. mesela adam hiçbir kötü harekete girişmiyor ama bunu evden dışarı çıkmayıp video oyunları oynayarak yapıyor. bu insana kötü diyebilir miyiz? iyi diyebilir miyiz? ne diyebiliriz? bence dediğim gibi kişisel bir sorundur bu; ve kötülük yapmayan bir insan özünde iyidir. geri kalan davranışları psikolojik sorunlara veya kişisel bazı ahlak çıkarımlarına dayanabilir. altruizm veya pragmatizm veya utilitarianizm gibi mesela. ama bu ideolojiler ve ahlak çıkarımları o insanı kötü olarak yargılamaya sürüklememeli bence bizi.

özet geç dediğinizi duyar gibiyim. şöyle bitireyim o zaman: hayatın nihai amacı iyi olmak değil kötü olmamaktır. bunu tanrılara inanmayarak da yapabilirsiniz ama çok isterseniz bu konuyla alakalı yazılmış 4 tane kitap var. yanlış yorumlamamak şartıyla feyz alabilirsiniz.

off son satır çok didaktik konuştum. böyle olsun istememiştim. uykum var affedin.

Pazartesi, Haziran 28, 2010

lost

paralel bi evrende koşuyorum
at biniyorum 40 günlükken ve ok atıyorum
sürek avına çıkıp sürekli avlanıyorum
kımız içiyorum, kalkanda pişiriyorum avlarımın etini
sigara içmiyorum paralel evrende, oksijen dolduruyor ciğerlerimi
ve oksijenle kafa oluyorum
saçım belime kadar ve belimden aşağısında doru bir at
saçımla birleşiyor atın yelesi ve jack sully oluyorum
müzik dinlemiyorum çünkü ihtiyacım yok
yaşanmamışlıklarım yok ve pişmanlık da yok

işe gidiyorum paralel evrende, medeniyetin boyunbağını takıyorum
elimde bond çantayla yancı uşakları oynuyorum
perde yok paralel evrende, hayatlar tek atımlık trajedi
ve ben hamlet'teki kurukafayı oynuyorum
gözlerim reddedene kadar pornografiye maruz kalıyorum
otomatik portakal oluyorum

başka bir evrende aç kalıyorum
25 yaş çok fazla yaşamak için
yılan zehrinden ok yapıyorum ve sürek avına çıkıyorum
sürekli yenik düşüyorum doğaya ve kaybediyorum
tüm vücudumda dövmeler ve pençe izleri
yakılıp dereye kum oluyorum

gözlerimi açamadan ölüyorum başka bir yerde
şansıma gülüyorum ve nirvanaya eriyorum
nirvana dinleyince elimde bira olmuyor böylece
dünyayı baştan satan adamı oynuyorum
ki oyunculukta iyiyimdir

başka bir evrende kamburum çıkmış halde
bilgisayara bir şeyler yazıyorum
ne yazdığımı bilmiyorum ve saçmalıyorum
tek bildiğim zincirler diyarında olduğum

Pazar, Haziran 20, 2010

eleanor rigby

selam
ben uslu olduğu halde şirinleri göremeyen çocuğum.
kola içince harikalar diyarına da gitmedim.
bir dolabın arkasındaki gizli geçite de giremedim.
selam cesur yeni dünya, ben gökyüzüne değemedim
toplayamadım çavdar tarlasından çocukları
düşmeden uçuruma;
can sıkıntısından bi arabı da öldürmedim
sevmedim revaşta olanları,
sevinenle sevinemedim.
loto tutturamadım hiç ve keza piyango da
amortileri almaya tenezzül etmedim.
martılara simit atmadım hiç, çayları yok diye;
yemedikleri halde kedilere ekmek verdim.

Cuma, Haziran 18, 2010

asylum years

şu sıcak, yapış yapış tatil günlerinde tek istediğim ankaradaki kasveti, sınavları, karmaşayı unutup mutlu mesûd bi tatil dönemi yaşamaktı. genelde yaz tatilleri öncesi "lan naapsam acaba 3 ay köskös evde oturmayalım" diyip telaşa kapılırdım. ama bu sene o da yok. yaz tatilinde plan yapmak kadar saçma ve hayal kırıcı birşey olmadığını anladım çünkü artık. günlük mutluluklar, ufak beklentiler ve "take it easy meeean" günüdür yaz ayları.
buraya yazacak milyon tane iç karartıcı mesele ve yaşamamayı isteyecek kadar olumsuzluklar olsa da hayatımda bunu buraya yazıp canını sıkmayacağım kimseyi. burası blog, bi ağlama duvarı değil. ben de isterim güzel şeyler yazmayı ama bakıyorum da bi elin parmaklarını geçmez mutlu yazılarım. bunun nedeni ne peki?
bence bunun nedeni insanın üretme gücünün keyfi yerindeyken gelmemesi. yani düşünsenize; keyfim yerinde, mutluyum. e o zaman neden iç dünyamı farklı şekillerde dışarı döküp bi şeyler üreteyim ki? bunu felsefe hocam sayın sandy -the king- berkovski ile de tartışmıştık. bana aşk şarkılarının varlığından bahsetmişti. aşktan mutlu bi şekilde bahseden bi şarkı var mı sayın berkovski? evet aynen bu cevabı vermiştim. en mutlu aşk şarkısının içinde bile gizli bi ironi, saklı bi kaçıp gitme isteği yatar. inanmıyorsanız inceleyin. tezime aykırı bi şarkı varsa getirin beraber tartışalım.
sadece şarkılar da değil tabi. keza resimler de. nazım boşuna sormadı abidin'e mutluluğun resminin mümkünatını. ve bence bunun mümkün olmayacağını nazım da biliyor. sanat dallarında durum böyle. bi acı olamdan, bi iç sıkıntısı olmadan, dolmadan boşaltmaz insan içini, üretemez.
tabi şimdi üretim diyince teknolojik gelişmeler, sanayi devrimleri hedehödö de geliyor akla. fakat dikkatli incelerseniz iklimsel, coğrafi, beşeri baskılar görmemiş insanların, medeniyetlerin üretmeye ve gelişmeye ihtiyacı olmadığını görürsünüz. avrupa kıtasını iklimsel, coğrafik ve politik olarak incelerseniz sanırım ne demek istediğimi anlayacaksınız. afrika'yı da inceleyebilirsiniz. keza ikisi de güzel örneklerdir.
neyse, demem o ki, buraya ne kadar az yazarsam o kadar mutluyumdur. bunu anlayın dostlarım. bu satırları yazmamın nedeni de can sıkıntısı. bi şeyler yazma ihtiyacı içinde olmam bile aslında o kadar da mutlu olmadığımı gösterebilir ama ... neyse ....

Çarşamba, Mayıs 19, 2010

ben ölmeden önce

bilemezsiniz ki.
nereden bileceksiniz sevimli Ford KA'lara hüzünle baktığımı; veyahut her Ford Tourneo Connect gördüğümde boğazımın tıkandığını...
nereden bileceksiniz Galatasaray'ın maçlarını yalnız izlerken maçla ilgimin kalmadığını...
nereden bileceksiniz Konya'daki evin mobilyaları değişince burukça sevindiğimi...
ve nereden bileceksiniz kundura giyemediğimi...
nereden bilinecek neden tatile çıkarken sevinmediğim...
ya da nereden bileceksiniz ki balık tutmayı ben bu kadar çok severim...
bilmezsiniz ama stadlara da yalnız gidemem ben, yola da çıkamam yalnız; o yüzden araba sevmem...
bilinmez neden ara sıra sustuğum, yıldızlara baktığım...
bilir misiniz ki uyanmak istemem ben bazı rüyalardan; ve veda da etmem rüyalarda, veda edemediğim için gerçek hayatta da.
ama severim yine de, sevdiğim günlerin hatrına; artık sevgi namına rüyalar kalsa da...

Dünya Kupasını Neden Severiz?

1- 4 yılda bir yapılır, özletir kendisini.
2- 4 yılda bir çocukluğunuza döner, Panini koleksiyonu yaparsınız
3- 4 sene öncesini düşündürerek nostalji yaparsınız
4- 4 senede hayatınızda neler olup bittiğine bakarak kişisel çıkarımlar/değerlendirmeler yaparsınız
5- Sıcak ve bunaltıcı yaz günlerinde akşam buz gibi birayla maç izleyecek olmanın heyecanı sarar bedeninizi (çok gay oldu bu)
6- Dünyada bi milyarı aşkın insanla aynı aktiviteyi yapmaktan ötürü heyecanlanırsınız
7- Ertesi gün finaliniz olmasına rağmen size oturup bu yazıyı yazdırabilme gücü vardır

Perşembe, Mayıs 13, 2010

rajaz

hayatın anlamını aramak nafile. bulduğumuzda artık dünyada olmayacağız. hayatı anlamlandırmaya çalışmıyoruz aslında, ölümü kabullenmeye çalışıyoruz. ölecek olmanın verdiği bir gerginlikten başka bir şey değil hayatı anlamlandırmaya çalışmak. ışığı gördüğümüzde anlayacağız hayatı; yapmak isteyip de yapamadıklarımızı, en mutlu olduğumuz zamanları, kendimizi üzdüğümüz anlardaki pişmanlıkları, aşkları, aşıkları... pişmanlıkları demiş miydim? her neyse, yine anı yaşayın diyip de sıkıcı olmak istemiyorum. sadece mutlu olmaya çalışarak, varlığımızın ağırlığını bastırarak yaşadığımız anların anlamsızlığı çökecek üstümüze, o ağırlık kalktığında da varolmayacağız zaten. sonrasında nelerin beklediği bilinmez. sonrasında boşluk da olsa şu anda içimizdeki boşluktan daha büyük olamaz.
herşeyi basite indirgeyerek yaşayamıyorum, yapamıyorum. kabullenemiyorum olumsuzlukları, olumsuzluklarımı, olumsuzluklarımızı, neden sıkıldığımızı, ne için sürekli bir kavga içinde olduğumuzu. huzur istiyorum. kemiksiz huzur, sâfi. imkansız, biliyorum...
isteyip de elde edemediklerimizin şerefine, engellerin şerefine, gündüzleri saklanan yıldızların şerefine, kalbimize umut veren umutsuzlukların şerefine, adaletsizliğin şerefine, lanetlenmiş ruhların şerefine, şerefimize;
bir gün daha dönsün dünya, bir gün daha yaklaşarak huzura...

Salı, Mayıs 04, 2010

i sure don't mind a change

be yourself diyen adamla yukardakini diyen adam aynı kişi. kafalar da karışıyor tabi. hangisi doğru derseniz, yazıyı yazarken bulacağım onu.

kendin ol dersen insanları mutlu etme oranın düşer, kendi dertlerini, kendi katastrofini başkalarına yansıtır durursun. geçen bi arkadaş "hiç eğlenceli değilsin" dediğinde çaktı benim kafaya. evet değilim eğlenceli, çünkü her an eğlenecek bi yapıda değilim. hayvanlar gibi eğlendiğim zamanlar da yok değil fakat çok nadir. genel olarak da ya nötrüm ya da melankoliğim. iyi hissettiğim zamanlarda da eğlenme ihtiyacı duymadan saatlerce oturup şarkı söyleyebilirim. yine kendime sararım yani. başkalarına genelde sıkıcı veya banal (l yumuşak okunacak) gelmem normaldir sanırım o yüzden. içe kapanık büyümenin verdiği bir dert sanırım. kendi kendime zaman geçirmeyi öğrenebildim sanırım bi şekilde. o yüzden canlarını sıktığım, eğlendiremediğim arkadaşlardan 70 milyonun huzurunda özür dilerim. sanırım bu durumda eğlendiremediğim, sıktığım insanlar mutsuz da oluyorlar. eğlenmelerine de mani oluyorum sanırım. öyle bi niyetim olmamasına rağmen. kıskançlık veya çeşitli sebeplerden ötürü baltalı ilah olduğum dönemler de oluyor ama kime olmuyor ki?! (destek atın lütfen; tek bana olmasın bu). neyse başkalarının mutluluklarını da baltalamak istemem ama jacques brel'in bi lafı var: sekomsa (yani: işte böyle, napalm?)

her neyse. değişim konusuna gelirsek. değişim yalan gibi geldi bana şimdi. mizaç değişmez arkadaşım. değiştiğini sanırsın ancak ama değişmezsin. 2 sonucu var değişmenin: ya içine atar patlarsın ya da aklına ve ağzına ne geliyorsa söyleyerek samimi ayağına değişime girersin. ikisinde de sıçarsın söyliyim. ya panik atak olursun ya da daktır gıregori haus gibi kıçından fururlar seni. dünyayı değiştirmek istiyorsan kendinden başla geyiği var bi de. yemeğini değiştirsin, kıyafetini değiştirirsin, aktivitelerini değiştirirsin. ama kendinden kaçamazsın dostum. kendimden biliyorum. sağlıklı şeyler yiyim diyorum, bi bakmışım 3üncü gün kentakideyim; güzel giyineyim diyorum, bi bakmışım ertesi gün paul bunyan gibi olmuşum gene. uzun lafın kısası hayatlarınız öyle olmaları gerektiği için öyle. beğenileriniz bu, istedikleriniz bu, mizacınız bu. gerçekleri duymak acıtmasın, zira samimi insanlar rol yapanlardan yeğdir.

pozitif, süper enerjik, kendiyle barışık olun da demiyorum çünkü YGA olma ihtimaliniz de var. koyvermeyin yani kendinizi. çok takmayın milleti yeter.

-bize tavsiyeleri dizdin de kendine bak sen dediğinizi duyar gibiyim. cevap: sekomsa...

Pazar, Mayıs 02, 2010

varolmanın dayanılmaz hafifliği

dün bi ara esti bana, böyle arkadaşın arabasında mfö dinleyip giderken; dedim ki "lan resmen insanlar çektiği acıları, yaşadığı sevinçleri, her bir şeyi(buna ali desidero'dan sonra karar verdim) yazarak, besteleyerek bir şeyler yapıyorlar ve biz de dinleyip onlara anlamlar yüklüyoruz, "aa bu bizim şarkımız olsun" diyoruz, "bu şarkı sigara yaktırıyor ağa" diyoruz. lan adam "evet istediğim söylediğim istediklerimi söyledim, ağlat beni" diyor. ee? bak bülent ortaçgil dinliyorum şimdi. o iyi. yazıya başladım da gerisini getiremeyecem gibi geliyor artık. hah şeye bağlayacaktım: dün gene bi video izledim ben söylemesi ayıp. video'da anlattıkları olay, evrenin sonunu bulamayacağımız. çünkü evreni üreten de insan zihni, çünkü insan zihninin yapısı, karşısındaki nesnenin en küçük (göremeyeceğimiz) parçacığını yaratıyor ve bundan sonrasında da o maddenin sonsuza kadar kendini tekrar ederek genişleyeceğini varsayıyor. yani evrenin sonuymuş, ordan karadelikten hoop dünyanın ilk oluştuğu zaman gidiyormuşuz gibi şeyler imkansızmış. neyse bunu ilk cümlelere de bağlayacağım: anlam yüklemek. insan zihni de bana göre anlam yükleme konusunda baya başarılı. istediği bir nesneye istediği anlamları yüklüyor ve sonrasında da başka gözle bakıyor mesela o şarkıya. ama o şarkıyı yapan kişinin o şarkıya bakış açısı ve üretim (yaratım?) süreci asıl önemli olan. bi insan bi şarkı üretiyor ve sonra o şarkı başkalarının bakış açılarıyla, başkalarının zihniyle dünyada var olmayı sürdürüyor. şarkıyı dinleyen (dolayısıyla anlamlandıran) kişiler oldukça şarkının sürekliliği ve hacmi de artıyor. halbuki somut bir şey bile değil. kaldı ki evrenin sonu da bazılarına göre somut bir şey değil. öyleyse de biz anlayamıyoruz. zihnimizdeki kelimelerle, kelime haznemizle, soyut düşünme yeteneğimizle soyut olanı bedene bürüyor ve öyle katıyoruz hayatlarımıza. bilmediğimiz, görmediğimiz milyonlarca kelime, nesne, varlık, tat, koku olmadan ne içinde yaşadığımız dünyayı ne de kendimizi anlayabilecekmişiz gibi gelmiyor bana bu durumda. yani düşünsenize; kendinizi dünya yaratıldığından beri varolmuş herşeyden bağımsız düşünebiliyor musunuz? bunun içinde algılayabildiğimiz somut şeyler ve bazılarını algılama şansına sahip olduğumuz soyut haller ve duygular da dahil. ben düşünemiyorum şahsen. peki bu durumu kolaylaştırmak ve varolmanın yükünden kurtulmak için ne yapıyor insan beyni: yukardakileri. herşeye kendi yorumumuzu katıyor ve böylece genelde soyutu somutu indirgemeye çalışarak hayatımızı kolaylaştırmaya çalışıyoruz.
***
işte bu bana sonu olmayan bir uğraş gibi geliyor. dünyanın ilk halini de bulsak, zihnimiz onu otomatikman gelecekle bağlantılı olarak düşünüp sürekliliğini varedecek olduğu için bu diyalektikte hayat boyu sentezler içinde kalacağız. fakat sorun şu ki: antitezi uyduran bizleriz. bu yüzden insanoğlunun kendi varlığını anlamlandırma çabası acılarla dolu bir süreç bana göre. belki de o yüzden beynim bana sürekli "ana odaklan" diyor. ama olmuyor, yapamıyorum. en iyi ilacın düşünmemek olduğunu söyleyenler; hangi eczanede satılır bu ilaç?


Pazar, Nisan 11, 2010

pesimist değilim. birazcık isyanım var

doğayla içiçe yaşayan insanları görünce balatalar yanıyor benim kafamda. "başlarım okuluna politikasına; gezmek istiyorum ben, dünya turu yapmak istiyorum bir sırt çantasıyla, doğadan aracısız beslenmek istiyorum" diye serzenişlere yatay geçiş yapıyorum. bugün yine istanbuldan ankaraya dönerken çadırlarda yaşayan göçebeleri, harleylerin üstünde veteranından gencine motosiklet tutkunlarını gördüm. yüzümü yalayan rüzgar, saçlarım dalgada uçuşarak(bu saçlarla zor) o yollarda gitmeyi ne kadar çok istedim. içim gitti resmen. bir dere kenarına park etmiş vanı da gördüm, yanında karavanı. "süper lan" dedim içimden. zirvesi gözükmeyen dağlara baktım, pınarların dereye karıştığı kanallardan su içen ineklere baktım; her şey iç içe. "budur anasını satayım ya" dedim. sitemlerdeydim. sonra kafamı eğdim önüme. elimde kamu hukuku notları. altına imza atmadığım kontrakt sonucu oluşan kamuda yaşayan ve bu kamunun kurallarını, münasebetlerini ezberlemek zorunda olan bir garip öğrenciydim. "nelerle geçiyor ömrüm" dedim. 4 duvar arasında yurttan okula okuldan yurda; varsa yoksa dersler. dört duvar arasında felsefe mi olur hacım? hayatı yaşamak yerine anlamlandırmaya çalışıyoruz resmen. gereksiz. hayat dışarıda, doğada... ne olacak ben hayatın anlamını kitaplardan çıkarınca. yaşayamayacağım o kurallara ilkelere göre; gene benim canım sıkılacak. çok jakoben kafalarda takılmadıkça geniş çaplı politik felsefe düşünmek de anlamsız. moral felsefesi biraz daha uğraşa değer gibi ama o da sonuçta anarşiye kayıyor benim kafada. toparlayamıyorum arkadaşım. zorla mı!? zaten sevmiyorum yaşadığım çağı; eski filizofları okutup iyice intihara meyilli yapıyorlar.
isyankar ergen triplerine girmişim gene ya. kendimdem serinledim bi an. neyse, gerçek düşüncelerim de bu ama. pesimist değilim; sadece birazcık isyanım var hayata karşı. gerçi bu aralar kafam çok rahat. artık kötü şeyleri pek getirmiyorum aklıma. güne, geleceğe dair planlar ve geçmişe dair kurmacalar yapmıyorum. birazcık da anın tadını çıkarmak gerek. beynime format atıyorum denebilir. genel olarak mutluyum. önümdeki iki sınav, bi quiz, 2 essay ve felsefe münazarası bile yıldıramaz beni. bugün münazaraya the dude gibi çıkmayı geçirdim aklımdan. baya komik olurdu aslında ama nalet olsun içimdeki süper egoya. herşeye rağmen sessizce oturup bu haftanın geçmesini bekleyeceğim.8 yaşında olmak gerçekten çok güzel...

Salı, Nisan 06, 2010

roll over

life's like a roller coaster. there are ups and downs. mostly you feel nausea and think that you could get away by closing your eyes. you think that you couldn't bear it without holding something. generally you make a lot of noise. in the time you most fear, you know that the direction would change soon. the only thing you don't know is you are going to come to the point you started. what a shame...

Perşembe, Mart 25, 2010

geçmiş zaman olmaz

Hiç yaşamadığın ve ömr-ü hayatın boyunca hiç yaşayamayacağın zamanların hüznü çok başka oluyor. Geçmişte olup bitmiş fakat delicesine görmek, yaşamak istediğim o kadar şey var ki. Bu duyguyu hiç bir zaman anlatamayacağım sanırım ve içimde ukte olarak kalacak hep. İzlesem yeter bazı şeyleri; Fransız Devrimini mesela. nasıl bir duyguydu acapa bi çağı kapatmak? Ya da İstanbul'un fethi... Yaşamak da güzel olabilirdi; 1800'lerin İstanbul'unu, '68 kuşağını, Osmanlı'nın en güzel dönemlerini, Machu Picchu'nun yaşadığı zamanları, milattan önceki yıllarda bir mağarayı, Vikinlerin zamanını... Olmayacak şeyler bunlar. Yaşayacağım süre içinde de zaman makinasının yapılacağını öngörmüyorum. Ama bunların düşüncesi beni çıldırtmaya yetiyor bazen. İşin ilginç olan yanı şu ki; benim yaşadığım bu döneme ilerde platonik bi özlem duyacak olan nesiller de olacak belki, mümkündür. Fakat ben şu an apaçık bi şekilde kıymetini bilmiyorum bu dönemlerin. Hiç görmediğim geçmişe bi özlem var salakça. Geleceğe dair en ufak bi merak yok içimde. Yaşadığım süreçte olup biten şeylerin önemini ve kıymetini şu an bilmek zaten imkansıza yakın bir şey. Yani her halükarda yaşadığım dönemden zevk alamıyorum; belki ilerde geçmişi yâd ederim ben de. Ama bu paradoks deli etmekte beni. Anı yaşamayı isterdim; ama olmuyor. Başka zamanların afrodizyakları sürülmiş sanki zihnime. Ne yapacağımı bilmiyorum şu anda. Belki ilerde bir ışık yanar beynimde. Şu anda durum böyle; biraz saçma, biraz sapan...

Pazartesi, Mart 15, 2010

egeye ağıt

hiçbir şeyin olmadığı zamanlardaki sessizlik
ve sigaradan çekilen nefesteki çıtırtı
ayaklarım denizdeyken ne de güzeldi küçükayı
yanımdan yükselen cılız ses
sessizce diyordu ki acele et
ama zamanı durdurmuştum ben einstein'dan evvel.
demiştim öncesinde: keşke burda olsaydın
egede batarken ah güneş, garbın afakımı sarsaydı
yavaşça uzanırken kumsaldaki şaraba,
ay dede güldü ve seslendi dyonisos'a
midasın diyarında kuyulara sordum:
kimin boynu bir kuğunun boynu?
cevap alamadım.
milattan sonra ikibin küsür yılım
benim miladım senin miladın
olsa da gelecek parlak bana
karanlık çağda kaldı benim aklım.

Perşembe, Şubat 25, 2010

yağmurun sabahında

ya içindesindir çevrimin; ya da dışında
şubatın sonunda, martın başında
baharın yorgunluğunda, günlerin durgunluğunda
iki seçenek var karşında:
ya boş ver herşeyi ya da ölene kadar umursa
kafiyeleri bir kenara bırakmak gerekirse;
çok fazla düşünme en sonu
carpe diem de soranlara
ruhun memento moriyken
kumpir ye ara sıra da canın pizza isterken
ya da boşver hepsini ben sana bir hikaye anlatayım
ama anlatırken uydurayım.
cehenneme kadar gider absürdlük,
yol ayrımında ayrılalım.
sen fotoğraflar çeken bir tango üstadı olursun belki
ikisini aynı anda yapan
ve aynı zamanda kar üstünde kayan
ben her zamanki gibi izleyen bir adam
soranlara da öyle diyorum zaten:
izliyorum şu an
fikrim yok, bilgim yok: evim ve yurdum da,
yurtta kalmama rağmen.
çok düşünmemek lazım dedi saygıdeğer içses
derste sıkılırken ve tenefüste uyurken
yemek yerken sustu ama, yemek yaparken de
o yüzden yemek yapmayı da sevdim yemeyi de
resimleri sevdim bi de
başlayıp da bitiremediğim portrelerdeki korkunç yüzleri
ve dağların arasındaki minik kulübeyi sevdim
ama bilir misin ki anzerim;
ben küçüklükten beri hiç manzara çizmedim.
nereye gidersem gideyim kendimi de götüreceğim farkındalığından beri
bir yere de gitmedim
onun yerine oturup coen biraderleri izledim
bir de tarantinoyu çok sevdim.
bu bilgiler fuzulî ama çıkmaz karşına,
beni tanıma isteğin bâki kalsa da.
her yağmur yağışında long gone day çaldım
bir de yapabildiysem üstüne sigara yaktım.
atalarımın dediği gibi yaptım
çok da düşünmedim derin, günlerimi yaşadım
zamanın rüzgarı eserken serin.
yaşlandım...

Cumartesi, Ocak 23, 2010

Başkalarının Hayatı, Başkalarının Ödülleri

"Başkalarının Hayatı (Das Leben der Anderen)" filmi 1984 yılında Doğu Berlin'de geçiyor. Haber alma teşkilatı; sistem karşıtı yazarları, sanatçıları, kısacası herkesi izlemekle ve rapor vermekle yükümlü. Bu raporlar sonucunda insanlar sorguya çekiliyor, hücrelerde tutuklu kalıyor ya da öldürülüyor. Sorgulama metotları (ellerinin terlemesine göre yalan söyleyip söylemediklerini anlamaları vs) ve takip metotları (herkesin evine gizlice girip dinleme sistemleri yerleştirmeleri vs) kusursuz çalışıyor ve çaktırmadan istediklerini takip edebiliyorlar. Bu yöntem bilindiği üzere Sovyetlerde ve Sovyet Ülkelerinde çokca kullanılan bir yöntem. Kökeni elbette ki paranoya. Bu sansürcü sinsi sisteme başkaldıran ve göç eden sayısız sanatkar ve bilim adamları var o yıllarda. Bunlar tarihin yazdığı gerçekler ve Sovyet devletlerinin aksayan yanlarından biri diyebiliriz "Big Brother" davranışları için. Benim asıl kafama takılan nokta filmin Oscar alması. Tamam öykü çok güzel, film çok güzel, oyunculuklar aşmış da; insanın aklında bir bit yeniği oluşuyor yine de. Amerika'nın göbeğinde verilen bi ödülün, Amerika'nın zamanında yıllarca soğuk savaş halinde olduğu bir sistemi eleştiren bir filme verilmesi enteresan geliyor yine de. Doğu Almanya da genel olarak bir "korku imparatorluğu" olarak sunulmuş filmde.
2006'daki diğer yabancı film oscar adaylarını izlemedim ama bu filmin ilk 3ümde yer alacağına şüphe yok. Neyse, olaya dönelim; tüm bu politik, paranoyak, psikolojik kavgaları bir kenara bırakırsak, hikaye çok güzel. İzleyin izlettirin derim ben şahsen.
Bu arada eklemeden de edemeyeceğim, başroldeki amca (Ulrich Mühe) acayip şekilde Kevin Spacey'e benzemekte. İkiz olsalar bu kadar olur.

Özetlemek Gerekirse...

Günümüz özet devri mi ne? (Yazıya soru sorarak başlamak ilgiyi arttırıyormuş dediler). Evet özet devri bence. Çok klişe sıçmak gibi olmasın ama Google abladan, Wiki abiden hep özetleri okuyoruz. RAM'lerimizde işimize yarayacak kadar tuttuktan sonra hoop çöpe. Öğrendiğimiz çoğu bilgi uçup gidiyor aklımızdan. Löp bilgilere fazla yer yok beynimizde. Eskiden olsa; bir ödev için kütüphane kütüphane gezmek, ansiklopedileri karıştırmak, makaleleri teker teker incelemek gerekirdi. Bu sayede bilgi kıymetli hale gelirdi ve kolay unutulmazdı. Liseye kadar ben de bu yöntemle çalıştım (tamam hadi yalan söylemeyeyim: kütüphane falan gezmedim. Ama evdeki ansiklopedileri baya kullandım). Şimdi günümüze baktığımızda ise öğrenciler özet peşinde sürekli. Geçen gün muhabbet ettiğim, edebiyat okuyan bi arkadaşım "kitapların özetlerini okuyorum ben de yea" dedi. "Hımmmsle" dedim ben de. Ama o da haklı bi bakıma. Özetler gerekli tüm bilgiyi kısa vadeli de olsa veriyor. İleride dönüp bakmayacağı şeyler için günlerini harcamak istemiyor. Ama böyle yapanlar bilmiyorlar ki, her sayfası koklanıp okunmuş bir kitaba dönüp bakmanıza gerek kalmaz çünkü yanınızda, hard diskinizdedir her zaman. Sonrasında bu konu hakkında düşündüm ve Hamsun'un, Camus'un, Kafka'nın, Süskind'in, Yusuf Atılgan'ın özet kitaplarını okusam onları bu kadar sever miydim diye sordum kendime. "Saçmalama lan!" dedi iç sesim. Sustum.

Asıl gelmek istediğim nokta; bizim aktarımımızda seçtiğimiz yöntemler. İnternetin gelmesiyle bilgi alma yöntemlerimiz kolaylaştı ve özetleri seçtik; buraya kadar tamam. Ama düşüncelerimizi, bilgilerimizi, heyecanlarımızı aktarırken de özetleri kullanmaya başladık artık. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama bir şey düşündüğümüz zaman henüz filizlenmeye başlayan düşüncemizi Facebook statüsüne, Twitter'a veya Msn iletilerine yazıyoruz. Sonrasında da ilgimiz başka şeylere kayıyor ve bir konu üstünde çok düşünmüyoruz. Kar yağarken örneğin; mutlu hissedip paylaşma gereği gördüğümüzde oturup şiir veya yazı yazmıyoruz veya eskileri düşünmüyoruz. Bunun yerine "Oleeeeey! Kar yağıyor!! :):):)" yazıyoruz bilimum sanal ortamlara (sözümüz meclisten dışarı:). Ben eskiden izlediğim filmler veya okuduğum kitaplar hakkında yazılar yazardım özetvari; ama şimdi sadece Facebook'ta hayranı oluyorum ya da en fazla Ek$i'de millet ne yazmış diye bakıyorum. Bunu "Başkalarının Hayatı (Das Leben der Anderen)" filmini izlerken düşündüm. Zira beni ilgilendiren politik konulara parmak basıyordu ve üzerine düşünmem, hatta yazmam gerektiğini hissettim. Yazının bundan sonrası, sonraki kayıtta...

Salı, Ocak 12, 2010

Knut Hamsun'un Victoria'sından

DİKKAT: Spoiler olabilir...

Knut Hamsun'un Victoria'sının ana karakteri Johannes odasında öyküleri üstüne çalışırken sevgilisi içeri girer. Sevgilisi, Victoria'nın kuzenidir ve bir süredir Johannes'le görüşmektedir. Kız tüm içtenliğiyle onu sevdiğini söyler durur Johannes'e. Fakat Johannes gönül işlerinden çok hikayeleri üstünde çalışmaktadır. Sürekli Victoria'yı düşünür durur ama onun kuzeniyle de görüşmeye devam eder. İçeri giren kız sevinçle Johannes'in boynuna sarılır ve az önce döndüğü baloyu anlatmaya koyulur. Baloda genç bir İngiliz'in ona bir gül verdiğini ve gençle gece boyu dans ettiklerini anlatır. Johannes duruma şaşırır ama belli etmez. Kız anlatmaya devam eder; genç İngilizden çok etkilendiğini ama aynı zamanda Johannes'i de sevdiğini söyler: "İkinizi de seviyorum... Beni yanlış anlamıyorsun değil mi sevgili Johannes? Seni de seviyorum ama ondan da gerçekten çok hoşlandım." Umrunda değilmiş gibi yapar Johannes ve genç kızı evine gönderir. Sonrasında oturur ve iki öykü yazar:

İlkinde bir adam fener ışığında gazete okur akşamleyin ve saksafondan müzik dinler, ağzında bir pipoyla. Karısı endişeli bir şekilde etrafı toparlar ve adama sorar: "Sen bugün gitmeyecek misin kahveye?" Adam şüphelenir bu soru üzerine ama belli etmez. "Birazdan" der. Gazetesini bitirir, ceketini giyer ve çıkar evden. Biraz uzaklaştıktan sonra arka taraftan dolanır, evine yaklaşır ve evlerinin yanındaki tepede beklemeye koyulur. Genç bir adam gelir eve. Kadın onu içeri buyur eder ve evden şen kahkahalar duyulmaya başlar. Bir kaç saat sonra kadının dostu evden ayrılır ve kahveden dönüyormuş izlenimi vermek isteyen adam bir saat kadar sonra gelir eve. Karısı kapıyı açar açmaz belinden kavrar ve kendine çeker: "Az önce bir yaban domuzu mu gördüm ne?! O domuzu bir güzel vurmak lazım bence; ne dersin?" der ve kahkahalarla gülmeye başlar. Karısı da şaşkın bir şekilde güler ve eski hayatlarına dönerler.

İkinci hikayede tekerlekli sandalyede bir adam vardır. Hastalıktan saçları dökülmüş, suratında yaralar çıkmış. Karısı ona her gün bıkmadan usanmadan bakar. Yemeğini yedirir, banyosunu yaptırır, beraber gezerler. Fakat adam çok çirkin olduğunu düşünüyordur. Karısı ise çok güzeldir. Adam bunu fena halde kafaya takmıştır ve ara sıra eşine de anlatır bu meramını. Bir gün eşi alır eline makası ve keser saçlarının tamamını. "Bak ben de böyleyim artık" der. Adam kadına bir gül uzatır. Ölene kadar mutlu yaşarlar.

Bu hikayeleri yazdıktan sonra Johannes kızla görüşmeyi keser.


Nedendir bilmem ama koskoca aşk öyküsünde aklımda kala kala bu kısım kalmış. İlk okuduğumda bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum ama bu kısım sonraları sayısız kere kafamı meşgul etti. En sevdiğim kısım da budur sanırım hikayede. Nedendir bilmem...