Cumartesi, Ocak 23, 2010

Başkalarının Hayatı, Başkalarının Ödülleri

"Başkalarının Hayatı (Das Leben der Anderen)" filmi 1984 yılında Doğu Berlin'de geçiyor. Haber alma teşkilatı; sistem karşıtı yazarları, sanatçıları, kısacası herkesi izlemekle ve rapor vermekle yükümlü. Bu raporlar sonucunda insanlar sorguya çekiliyor, hücrelerde tutuklu kalıyor ya da öldürülüyor. Sorgulama metotları (ellerinin terlemesine göre yalan söyleyip söylemediklerini anlamaları vs) ve takip metotları (herkesin evine gizlice girip dinleme sistemleri yerleştirmeleri vs) kusursuz çalışıyor ve çaktırmadan istediklerini takip edebiliyorlar. Bu yöntem bilindiği üzere Sovyetlerde ve Sovyet Ülkelerinde çokca kullanılan bir yöntem. Kökeni elbette ki paranoya. Bu sansürcü sinsi sisteme başkaldıran ve göç eden sayısız sanatkar ve bilim adamları var o yıllarda. Bunlar tarihin yazdığı gerçekler ve Sovyet devletlerinin aksayan yanlarından biri diyebiliriz "Big Brother" davranışları için. Benim asıl kafama takılan nokta filmin Oscar alması. Tamam öykü çok güzel, film çok güzel, oyunculuklar aşmış da; insanın aklında bir bit yeniği oluşuyor yine de. Amerika'nın göbeğinde verilen bi ödülün, Amerika'nın zamanında yıllarca soğuk savaş halinde olduğu bir sistemi eleştiren bir filme verilmesi enteresan geliyor yine de. Doğu Almanya da genel olarak bir "korku imparatorluğu" olarak sunulmuş filmde.
2006'daki diğer yabancı film oscar adaylarını izlemedim ama bu filmin ilk 3ümde yer alacağına şüphe yok. Neyse, olaya dönelim; tüm bu politik, paranoyak, psikolojik kavgaları bir kenara bırakırsak, hikaye çok güzel. İzleyin izlettirin derim ben şahsen.
Bu arada eklemeden de edemeyeceğim, başroldeki amca (Ulrich Mühe) acayip şekilde Kevin Spacey'e benzemekte. İkiz olsalar bu kadar olur.

Özetlemek Gerekirse...

Günümüz özet devri mi ne? (Yazıya soru sorarak başlamak ilgiyi arttırıyormuş dediler). Evet özet devri bence. Çok klişe sıçmak gibi olmasın ama Google abladan, Wiki abiden hep özetleri okuyoruz. RAM'lerimizde işimize yarayacak kadar tuttuktan sonra hoop çöpe. Öğrendiğimiz çoğu bilgi uçup gidiyor aklımızdan. Löp bilgilere fazla yer yok beynimizde. Eskiden olsa; bir ödev için kütüphane kütüphane gezmek, ansiklopedileri karıştırmak, makaleleri teker teker incelemek gerekirdi. Bu sayede bilgi kıymetli hale gelirdi ve kolay unutulmazdı. Liseye kadar ben de bu yöntemle çalıştım (tamam hadi yalan söylemeyeyim: kütüphane falan gezmedim. Ama evdeki ansiklopedileri baya kullandım). Şimdi günümüze baktığımızda ise öğrenciler özet peşinde sürekli. Geçen gün muhabbet ettiğim, edebiyat okuyan bi arkadaşım "kitapların özetlerini okuyorum ben de yea" dedi. "Hımmmsle" dedim ben de. Ama o da haklı bi bakıma. Özetler gerekli tüm bilgiyi kısa vadeli de olsa veriyor. İleride dönüp bakmayacağı şeyler için günlerini harcamak istemiyor. Ama böyle yapanlar bilmiyorlar ki, her sayfası koklanıp okunmuş bir kitaba dönüp bakmanıza gerek kalmaz çünkü yanınızda, hard diskinizdedir her zaman. Sonrasında bu konu hakkında düşündüm ve Hamsun'un, Camus'un, Kafka'nın, Süskind'in, Yusuf Atılgan'ın özet kitaplarını okusam onları bu kadar sever miydim diye sordum kendime. "Saçmalama lan!" dedi iç sesim. Sustum.

Asıl gelmek istediğim nokta; bizim aktarımımızda seçtiğimiz yöntemler. İnternetin gelmesiyle bilgi alma yöntemlerimiz kolaylaştı ve özetleri seçtik; buraya kadar tamam. Ama düşüncelerimizi, bilgilerimizi, heyecanlarımızı aktarırken de özetleri kullanmaya başladık artık. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama bir şey düşündüğümüz zaman henüz filizlenmeye başlayan düşüncemizi Facebook statüsüne, Twitter'a veya Msn iletilerine yazıyoruz. Sonrasında da ilgimiz başka şeylere kayıyor ve bir konu üstünde çok düşünmüyoruz. Kar yağarken örneğin; mutlu hissedip paylaşma gereği gördüğümüzde oturup şiir veya yazı yazmıyoruz veya eskileri düşünmüyoruz. Bunun yerine "Oleeeeey! Kar yağıyor!! :):):)" yazıyoruz bilimum sanal ortamlara (sözümüz meclisten dışarı:). Ben eskiden izlediğim filmler veya okuduğum kitaplar hakkında yazılar yazardım özetvari; ama şimdi sadece Facebook'ta hayranı oluyorum ya da en fazla Ek$i'de millet ne yazmış diye bakıyorum. Bunu "Başkalarının Hayatı (Das Leben der Anderen)" filmini izlerken düşündüm. Zira beni ilgilendiren politik konulara parmak basıyordu ve üzerine düşünmem, hatta yazmam gerektiğini hissettim. Yazının bundan sonrası, sonraki kayıtta...

Salı, Ocak 12, 2010

Knut Hamsun'un Victoria'sından

DİKKAT: Spoiler olabilir...

Knut Hamsun'un Victoria'sının ana karakteri Johannes odasında öyküleri üstüne çalışırken sevgilisi içeri girer. Sevgilisi, Victoria'nın kuzenidir ve bir süredir Johannes'le görüşmektedir. Kız tüm içtenliğiyle onu sevdiğini söyler durur Johannes'e. Fakat Johannes gönül işlerinden çok hikayeleri üstünde çalışmaktadır. Sürekli Victoria'yı düşünür durur ama onun kuzeniyle de görüşmeye devam eder. İçeri giren kız sevinçle Johannes'in boynuna sarılır ve az önce döndüğü baloyu anlatmaya koyulur. Baloda genç bir İngiliz'in ona bir gül verdiğini ve gençle gece boyu dans ettiklerini anlatır. Johannes duruma şaşırır ama belli etmez. Kız anlatmaya devam eder; genç İngilizden çok etkilendiğini ama aynı zamanda Johannes'i de sevdiğini söyler: "İkinizi de seviyorum... Beni yanlış anlamıyorsun değil mi sevgili Johannes? Seni de seviyorum ama ondan da gerçekten çok hoşlandım." Umrunda değilmiş gibi yapar Johannes ve genç kızı evine gönderir. Sonrasında oturur ve iki öykü yazar:

İlkinde bir adam fener ışığında gazete okur akşamleyin ve saksafondan müzik dinler, ağzında bir pipoyla. Karısı endişeli bir şekilde etrafı toparlar ve adama sorar: "Sen bugün gitmeyecek misin kahveye?" Adam şüphelenir bu soru üzerine ama belli etmez. "Birazdan" der. Gazetesini bitirir, ceketini giyer ve çıkar evden. Biraz uzaklaştıktan sonra arka taraftan dolanır, evine yaklaşır ve evlerinin yanındaki tepede beklemeye koyulur. Genç bir adam gelir eve. Kadın onu içeri buyur eder ve evden şen kahkahalar duyulmaya başlar. Bir kaç saat sonra kadının dostu evden ayrılır ve kahveden dönüyormuş izlenimi vermek isteyen adam bir saat kadar sonra gelir eve. Karısı kapıyı açar açmaz belinden kavrar ve kendine çeker: "Az önce bir yaban domuzu mu gördüm ne?! O domuzu bir güzel vurmak lazım bence; ne dersin?" der ve kahkahalarla gülmeye başlar. Karısı da şaşkın bir şekilde güler ve eski hayatlarına dönerler.

İkinci hikayede tekerlekli sandalyede bir adam vardır. Hastalıktan saçları dökülmüş, suratında yaralar çıkmış. Karısı ona her gün bıkmadan usanmadan bakar. Yemeğini yedirir, banyosunu yaptırır, beraber gezerler. Fakat adam çok çirkin olduğunu düşünüyordur. Karısı ise çok güzeldir. Adam bunu fena halde kafaya takmıştır ve ara sıra eşine de anlatır bu meramını. Bir gün eşi alır eline makası ve keser saçlarının tamamını. "Bak ben de böyleyim artık" der. Adam kadına bir gül uzatır. Ölene kadar mutlu yaşarlar.

Bu hikayeleri yazdıktan sonra Johannes kızla görüşmeyi keser.


Nedendir bilmem ama koskoca aşk öyküsünde aklımda kala kala bu kısım kalmış. İlk okuduğumda bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum ama bu kısım sonraları sayısız kere kafamı meşgul etti. En sevdiğim kısım da budur sanırım hikayede. Nedendir bilmem...