Çarşamba, Mayıs 19, 2010

ben ölmeden önce

bilemezsiniz ki.
nereden bileceksiniz sevimli Ford KA'lara hüzünle baktığımı; veyahut her Ford Tourneo Connect gördüğümde boğazımın tıkandığını...
nereden bileceksiniz Galatasaray'ın maçlarını yalnız izlerken maçla ilgimin kalmadığını...
nereden bileceksiniz Konya'daki evin mobilyaları değişince burukça sevindiğimi...
ve nereden bileceksiniz kundura giyemediğimi...
nereden bilinecek neden tatile çıkarken sevinmediğim...
ya da nereden bileceksiniz ki balık tutmayı ben bu kadar çok severim...
bilmezsiniz ama stadlara da yalnız gidemem ben, yola da çıkamam yalnız; o yüzden araba sevmem...
bilinmez neden ara sıra sustuğum, yıldızlara baktığım...
bilir misiniz ki uyanmak istemem ben bazı rüyalardan; ve veda da etmem rüyalarda, veda edemediğim için gerçek hayatta da.
ama severim yine de, sevdiğim günlerin hatrına; artık sevgi namına rüyalar kalsa da...

Dünya Kupasını Neden Severiz?

1- 4 yılda bir yapılır, özletir kendisini.
2- 4 yılda bir çocukluğunuza döner, Panini koleksiyonu yaparsınız
3- 4 sene öncesini düşündürerek nostalji yaparsınız
4- 4 senede hayatınızda neler olup bittiğine bakarak kişisel çıkarımlar/değerlendirmeler yaparsınız
5- Sıcak ve bunaltıcı yaz günlerinde akşam buz gibi birayla maç izleyecek olmanın heyecanı sarar bedeninizi (çok gay oldu bu)
6- Dünyada bi milyarı aşkın insanla aynı aktiviteyi yapmaktan ötürü heyecanlanırsınız
7- Ertesi gün finaliniz olmasına rağmen size oturup bu yazıyı yazdırabilme gücü vardır

Perşembe, Mayıs 13, 2010

rajaz

hayatın anlamını aramak nafile. bulduğumuzda artık dünyada olmayacağız. hayatı anlamlandırmaya çalışmıyoruz aslında, ölümü kabullenmeye çalışıyoruz. ölecek olmanın verdiği bir gerginlikten başka bir şey değil hayatı anlamlandırmaya çalışmak. ışığı gördüğümüzde anlayacağız hayatı; yapmak isteyip de yapamadıklarımızı, en mutlu olduğumuz zamanları, kendimizi üzdüğümüz anlardaki pişmanlıkları, aşkları, aşıkları... pişmanlıkları demiş miydim? her neyse, yine anı yaşayın diyip de sıkıcı olmak istemiyorum. sadece mutlu olmaya çalışarak, varlığımızın ağırlığını bastırarak yaşadığımız anların anlamsızlığı çökecek üstümüze, o ağırlık kalktığında da varolmayacağız zaten. sonrasında nelerin beklediği bilinmez. sonrasında boşluk da olsa şu anda içimizdeki boşluktan daha büyük olamaz.
herşeyi basite indirgeyerek yaşayamıyorum, yapamıyorum. kabullenemiyorum olumsuzlukları, olumsuzluklarımı, olumsuzluklarımızı, neden sıkıldığımızı, ne için sürekli bir kavga içinde olduğumuzu. huzur istiyorum. kemiksiz huzur, sâfi. imkansız, biliyorum...
isteyip de elde edemediklerimizin şerefine, engellerin şerefine, gündüzleri saklanan yıldızların şerefine, kalbimize umut veren umutsuzlukların şerefine, adaletsizliğin şerefine, lanetlenmiş ruhların şerefine, şerefimize;
bir gün daha dönsün dünya, bir gün daha yaklaşarak huzura...

Salı, Mayıs 04, 2010

i sure don't mind a change

be yourself diyen adamla yukardakini diyen adam aynı kişi. kafalar da karışıyor tabi. hangisi doğru derseniz, yazıyı yazarken bulacağım onu.

kendin ol dersen insanları mutlu etme oranın düşer, kendi dertlerini, kendi katastrofini başkalarına yansıtır durursun. geçen bi arkadaş "hiç eğlenceli değilsin" dediğinde çaktı benim kafaya. evet değilim eğlenceli, çünkü her an eğlenecek bi yapıda değilim. hayvanlar gibi eğlendiğim zamanlar da yok değil fakat çok nadir. genel olarak da ya nötrüm ya da melankoliğim. iyi hissettiğim zamanlarda da eğlenme ihtiyacı duymadan saatlerce oturup şarkı söyleyebilirim. yine kendime sararım yani. başkalarına genelde sıkıcı veya banal (l yumuşak okunacak) gelmem normaldir sanırım o yüzden. içe kapanık büyümenin verdiği bir dert sanırım. kendi kendime zaman geçirmeyi öğrenebildim sanırım bi şekilde. o yüzden canlarını sıktığım, eğlendiremediğim arkadaşlardan 70 milyonun huzurunda özür dilerim. sanırım bu durumda eğlendiremediğim, sıktığım insanlar mutsuz da oluyorlar. eğlenmelerine de mani oluyorum sanırım. öyle bi niyetim olmamasına rağmen. kıskançlık veya çeşitli sebeplerden ötürü baltalı ilah olduğum dönemler de oluyor ama kime olmuyor ki?! (destek atın lütfen; tek bana olmasın bu). neyse başkalarının mutluluklarını da baltalamak istemem ama jacques brel'in bi lafı var: sekomsa (yani: işte böyle, napalm?)

her neyse. değişim konusuna gelirsek. değişim yalan gibi geldi bana şimdi. mizaç değişmez arkadaşım. değiştiğini sanırsın ancak ama değişmezsin. 2 sonucu var değişmenin: ya içine atar patlarsın ya da aklına ve ağzına ne geliyorsa söyleyerek samimi ayağına değişime girersin. ikisinde de sıçarsın söyliyim. ya panik atak olursun ya da daktır gıregori haus gibi kıçından fururlar seni. dünyayı değiştirmek istiyorsan kendinden başla geyiği var bi de. yemeğini değiştirsin, kıyafetini değiştirirsin, aktivitelerini değiştirirsin. ama kendinden kaçamazsın dostum. kendimden biliyorum. sağlıklı şeyler yiyim diyorum, bi bakmışım 3üncü gün kentakideyim; güzel giyineyim diyorum, bi bakmışım ertesi gün paul bunyan gibi olmuşum gene. uzun lafın kısası hayatlarınız öyle olmaları gerektiği için öyle. beğenileriniz bu, istedikleriniz bu, mizacınız bu. gerçekleri duymak acıtmasın, zira samimi insanlar rol yapanlardan yeğdir.

pozitif, süper enerjik, kendiyle barışık olun da demiyorum çünkü YGA olma ihtimaliniz de var. koyvermeyin yani kendinizi. çok takmayın milleti yeter.

-bize tavsiyeleri dizdin de kendine bak sen dediğinizi duyar gibiyim. cevap: sekomsa...

Pazar, Mayıs 02, 2010

varolmanın dayanılmaz hafifliği

dün bi ara esti bana, böyle arkadaşın arabasında mfö dinleyip giderken; dedim ki "lan resmen insanlar çektiği acıları, yaşadığı sevinçleri, her bir şeyi(buna ali desidero'dan sonra karar verdim) yazarak, besteleyerek bir şeyler yapıyorlar ve biz de dinleyip onlara anlamlar yüklüyoruz, "aa bu bizim şarkımız olsun" diyoruz, "bu şarkı sigara yaktırıyor ağa" diyoruz. lan adam "evet istediğim söylediğim istediklerimi söyledim, ağlat beni" diyor. ee? bak bülent ortaçgil dinliyorum şimdi. o iyi. yazıya başladım da gerisini getiremeyecem gibi geliyor artık. hah şeye bağlayacaktım: dün gene bi video izledim ben söylemesi ayıp. video'da anlattıkları olay, evrenin sonunu bulamayacağımız. çünkü evreni üreten de insan zihni, çünkü insan zihninin yapısı, karşısındaki nesnenin en küçük (göremeyeceğimiz) parçacığını yaratıyor ve bundan sonrasında da o maddenin sonsuza kadar kendini tekrar ederek genişleyeceğini varsayıyor. yani evrenin sonuymuş, ordan karadelikten hoop dünyanın ilk oluştuğu zaman gidiyormuşuz gibi şeyler imkansızmış. neyse bunu ilk cümlelere de bağlayacağım: anlam yüklemek. insan zihni de bana göre anlam yükleme konusunda baya başarılı. istediği bir nesneye istediği anlamları yüklüyor ve sonrasında da başka gözle bakıyor mesela o şarkıya. ama o şarkıyı yapan kişinin o şarkıya bakış açısı ve üretim (yaratım?) süreci asıl önemli olan. bi insan bi şarkı üretiyor ve sonra o şarkı başkalarının bakış açılarıyla, başkalarının zihniyle dünyada var olmayı sürdürüyor. şarkıyı dinleyen (dolayısıyla anlamlandıran) kişiler oldukça şarkının sürekliliği ve hacmi de artıyor. halbuki somut bir şey bile değil. kaldı ki evrenin sonu da bazılarına göre somut bir şey değil. öyleyse de biz anlayamıyoruz. zihnimizdeki kelimelerle, kelime haznemizle, soyut düşünme yeteneğimizle soyut olanı bedene bürüyor ve öyle katıyoruz hayatlarımıza. bilmediğimiz, görmediğimiz milyonlarca kelime, nesne, varlık, tat, koku olmadan ne içinde yaşadığımız dünyayı ne de kendimizi anlayabilecekmişiz gibi gelmiyor bana bu durumda. yani düşünsenize; kendinizi dünya yaratıldığından beri varolmuş herşeyden bağımsız düşünebiliyor musunuz? bunun içinde algılayabildiğimiz somut şeyler ve bazılarını algılama şansına sahip olduğumuz soyut haller ve duygular da dahil. ben düşünemiyorum şahsen. peki bu durumu kolaylaştırmak ve varolmanın yükünden kurtulmak için ne yapıyor insan beyni: yukardakileri. herşeye kendi yorumumuzu katıyor ve böylece genelde soyutu somutu indirgemeye çalışarak hayatımızı kolaylaştırmaya çalışıyoruz.
***
işte bu bana sonu olmayan bir uğraş gibi geliyor. dünyanın ilk halini de bulsak, zihnimiz onu otomatikman gelecekle bağlantılı olarak düşünüp sürekliliğini varedecek olduğu için bu diyalektikte hayat boyu sentezler içinde kalacağız. fakat sorun şu ki: antitezi uyduran bizleriz. bu yüzden insanoğlunun kendi varlığını anlamlandırma çabası acılarla dolu bir süreç bana göre. belki de o yüzden beynim bana sürekli "ana odaklan" diyor. ama olmuyor, yapamıyorum. en iyi ilacın düşünmemek olduğunu söyleyenler; hangi eczanede satılır bu ilaç?